5 Aralık 2009 Cumartesi

koro.

“Hep dürüstlükten kaybediyorum” dedi adam mırıldanarak. Bunu duyan herkes anlık bir sessizliğin ardından aynı anda gülmeye başladı. Önce çekingen ve sessiz olan gülüşler daha sonra korkusuz kahkalar haline geliyordu. Gülenleri duyan onlara katılıyordu. Böylece sesler yayılarak büyüyordu. Acılı, coşkulu, hüzünlü, alaycı, şeytani, mutlu gülüşler birbirine karışarak bir ahenk oluşturmaya başladı. İnsanlar güldükçe kafaları da bir öne bir arkaya gidip geliyordu. Herkes uyum içindeydi.
“Hep dürüstlükten kaybediyorum” dedi adam yine mırıldanarak. Bu defa herkesin kahkahaları yavaş yavaş normal gülüşlere ve ardından sessizliğe dönüştü. Acılı, coşkulu, hüzünlü, alaycı, şeytani ve mutlu gülüşler bir bir yok oldu. Artık gülecek bir neden kalmamıştı. Herkes uyum içindeydi.

ters giden bir şey yok.

2 Aralık 2009 Çarşamba

iletişim.

"Alo ?" dedi.
"Alo ?" dedim.
"Alo ?" dedi.
"Alo ?" dedim.
"Alo ?" dedi.
"Alo ?" dedim.
"Alo ?" dedi.
"Alo ?" dedim.
"Alo ?" dedi.
Telefonu kapattım.

20 Kasım 2009 Cuma

ecco homo.

Cadde kenarında bir kafe. Caddede trafik.
Sıradan bir günün akşam üzeri. Mevsim sonbahar. Hava ne soğuk ne sıcak, vücut ısısına yakın bir ılıklıkta.
Bir adam kafeden içeri giriyor. Kimsenin kafasını çevirip bakmayacağı kadar normal biri. Ne yakışıklı ne çirkin. Kıyafetleri bol, açık renk ve dikkat çekmeyecek kadar sade. Gölge gibi.
Kafede altı yedi tane masa var. İçerideki insanların ruh hallerinde dışarıdaki trafikten eser yok. Herkes kendi işiyle ilgileniyor, kimse birbirinin farkında değil.
Gölge adam kafenin en ortasındaki masaya oturuyor. Minik müzik çalarının kulaklıklarını takıp trans haline geçme çabası içinde.
Dışarıdan bir ambulans sesi geliyor.
Gölge, sirenleri duymuyor. Dinlendirici müziğe yoğunlaşmış.
Yaklaştıkça can hıraş çığlıklar gibi ambulansın sesi.
Ambulansın arkasına takılmış aracın şöförü trafikten sıyrıldığı için çok mutlu.
Ambulansın içinde bir kadın ağlıyor.
Transa geçen gölge adamın bilinci vücudundan ayrılıyor. Artık hiçbir şey düşünmediği simsiyah bir boşlukta.
Ambulansın sesi önce uzaklaşıp sonra yok oluyor. Kafedeki insanların anlık tedirginliği geçiyor.
Gölge başka bir boyutta düşünmeye başlıyor. İçinde bulunduğu gerçeklikten kopmuş, bir üst gerçeklikten alt gerçekliktekileri duyabiliyor, hissediyor, görüyor.

Cam önünde bir kadın. Mesleği yazarlık. Tek başına oturmuş, sponsorunu bekliyor.

Camın önünden geçen bir çocuk, annesinin elini tutmuş, yere düşürdüğü çukulatasını annesine çaktırmadan yerden alıp ağzına atıyor. Yere düşmüş çukulatanın tadı da aynı.

Bir diğer masada iki sevgili, bir çift, oturmuş konuşuyor.
Kadın çileden çıkmış. Erkek bunun iyiye işaret olduğunu düşünüyor.
Kadın yapma diyor, adam kadının yapmasını istediğini düşünüyor.

Yazar kadının beklediği adam geliyor. Kadının yazılarına sponsor olacak.
Kadın adamı görünce içinden tekrarladığı konuşmaları kesiyor, adamın elini sıkıyor. Konuşacakları aklında.
Diyor ki: herkesi şüpheye düşürecek bir kitap yazmak istiyorum. Öyle bir şey olsun ki, mesela, kitabın sonuna kadar her olayı kutsal kitaplara göre yorumlayıp bir sonuca erdirteyim ama sonunda tanrının olmadığı ortaya çıksın. Ya da tam tersi. Benim için farketmez. Sadece şüpheye düşsünler.
Adam diyor ki: Satmaz! Sen her daim bu son sözüm diyen ama devamlı konuşan adamın komik hikayesini yaz.

Gölge adam raporu için not düşmeye başlıyor: "kadınlar mutsuz... erkek egemen toplumun...."
Tam o sırada başka bir masada bir adam sesini yükseltiyor: "SAÇMA!"
Devam ediyor: "Polisin yolda yürüyen hippileri görüntüleri yüzünden durdurması kadar saçma ne olabilir ki."

Aynı masadan bir diğer ses, adalet mümkün müdür müdür, diyor. Deli ayten gülüyor bu söze..

Sevgilililerden çileden çıkmış kadın "tamam" diyor "bu son." Çantasını alıyor. Gidecekken adam bi şans dileyip öpüyor kadını. Kadın "peki" diyor. Adamın inancı pekişiyor: kadınlar söylediklerinin tam tersini isterler.

Yazar kadın artık direnemeyip insanları 'her daim bu son sözüm diyen adamın komik hikayesiyle' şüpheye düşürmeye karar veriyor.

Diğer masadaki adam tekrar sesini yükseltiyor "Her gün ağlayan adamlar görüyorum. Koca koca adamlar.."

Gölge adam kulaklıklarını çıkarıyor. Not tutmaya çalışıyor. Kafası karışmış. Boşveriyor.

Kafedeki herkes eski sakinliğine bürünüyor.

27 Ağustos 2009 Perşembe

pandoranın kutusu

G. taksimin ara sokaklarından birindeki bir kapıdan yalpalayarak dışarı çıktı. Dışarıda hava ağzından buhar çıkmasına neden olacak kadar soğuktu. Ana caddeye çıkana kadar İstiklal boyunca bir o yana bir bu yana yürümeyi sürdürdü. Bir kaç kere düşecek gibi oldu, toparlandı. Bu denge kayıplarını yakalayan bir kaç ruhani varlığa gülümsemeyi ihmal etmedi. Bir yandan devamlı “buraya kadar her şey yolunda, bilincim ve dengem yerinde” diyerek kendisini telkin etmeye çalışıyordu. “Şimdi taksiye bineceğim ve eve gideceğim” diyordu kendi kendine. Taksiye bindiğimde şöföre öndeki aracı takip et desem ne kadar komik olur, diye düşündü. Bu düşüncesine dıştan mı yoksa içten mi güldüğünü farkedemedi ama fazla da umursamadı çünkü taksisini bulmuştu. Taksi şöförü bir timsahtı. Bir kere de kendisiyle konuşan bir kırlangıç görse, kırlangıç ona şen sesiyle şakısa olmazdı zaten. Anca orangutanlar, goriller, timsahlar, ruhani varlıklar falan görürdü. Sadece bir keresinde sevimli bir kirpi yavrusuyla karşılaştığı olmuştu. “Bilinçaltıma sıçayım” diye söylendi. Yine “buraya kadar her şey yolunda, bilincim yerinde ve bunların hepsini hatırlayacağım” diye düşünerek adresi tarif etmeye çalıştı şöföre. Taksi şöförü “okay baby, calm down, sleep now, shshh...” dedi ve bastı gaza. Bir timsaha da güvenilmezdi ki. Hele kendisiyle ingilizce konuşan bir timsah görülmemiş şeydi doğrusu. “Eve gidince uyurum moruk” dedi. Sonra moruk dediğine de pişman oldu. Artık timsah ona gıcık olmasın ve zarar vermesin diye uyumak zorundaydı. Bu moruk lafını ancak ona güvendiğini ve sözünü dinlediğini göstererek telafi edebilirdi. Ama burada uyursa ve kendisini uzaylılar kaçırırsa ne olacağını kestiremedi. Ve bu fikirden vazgeçti. Uyumayacaktı. Bunun yerine taksi şöförüyle muhabbet etmeyi ve gönlünü almayı düşündü. “şu dünya üzerinde” dedi “her şey sevgiyle başlar diyen insanlar var”. Timsah onu umursamadı. "sevgisiyle insanların kafesi olan insanlar da var" diye ekledi. Timsahta yine tepki yoktu. "ben mesela" dedi "seni sevdim. sen de beni sevdin mi" diye sordu. Sorusuyla beraber insana dönüşen taksi şöförünün sevgiden yoksun yüzündeki tiksinen ifadeyi gördü. Artık dayanamayacaktı. Dünyaya kustu. Içindeki her şeyi öğürerek dışarı çıkardı. O güne kadar dünya üzerinde gördüğü tüm kötülükler de tekrardan dünyaya saçılmıştı.

21 Ağustos 2009 Cuma

bayılırım kokusuna, güneş kreminin..

Yere düşen bir karpuz çekirdeğini almaya çalışmaktan daha sinir bozucu bir şey varsa o da denizden geldikten sonra hamakta uyuklarken ayağınıza musallat olan sırnaşık kara sinektir.

20 Ağustos 2009 Perşembe

lucid dreaming

Bugün rüyamda yakın arkadaşım Ç. ile ufo gördük. Hemen ilerimizdeki iki katlı villanın tepesinde duruyordu. Bayağı büyük bir ufoydu doğrusu. Sonra bir ikincisi geldi. Biz Ç. ile heyecanlandık. Bir yandan izlemeyi istiyor ama bir yandan tırsıyorduk. Sonra gemidekiler bizi görmeden veya onların jargonunda nasıl deniyorsa, sensörleri bizi yakalamadan, kaçmaya karar verdik. Koşa koşa yakındaki bir apartmanın içine girdik. Apartman merdivenleri önce aşağı iniyor sonra yukarı çıkıyordu. Bu şekilde altıncı kata kadar çıktık. Sonra leşimiz çıktı tabi. Kapıyı bir tekme darbesiyle açtıktan sonra orda gördüğümüz ilk yatağa serildik. Önce korkuyla bekliyorduk. Bizi burda da görebilirler, duvarlar görmelerine engel olmaz ve hatta onlar ısımızı algılayacaklardır falan diye düşünürken uyuyakaldık. Sabah penceremize bir merdiven dayandığını duyduk. Yanlış duyduğumuzu düşündük önce. Tam da paranoyaklaşmayacak zamanı bulmuştuk. Normalde olsa kapıdaki penceredeki en ufak ses bizi öldürmeye gelen katiller olurdu. Ama burda uzaylı beklediğimizden ve merdivenle gelmeleri olasılığını düşünmediğimizden hiç korkmadık. Perdeyi aralayıp camdan baktık. Gerçekten de yaşlı sevimli mi sevimli bir köylü teyze camımıza tıklatıyordu. "Kaçıncı kat burağ?" diye sordu muhacir şivesiylen. Ç. bir elinin beş parmağını ve diğer elinin baş parmağını gösterdi. Kadın "he tamam" dedi tatlı tatlı gülümseyerek. Bir baktık aşağıya. Köylüler yerlerden beyaz yumuşak bir şeyler topluyor. Ufolar pamuk getirmiş dünyaya. Hem de işlenmiş. Dünya bembeyaz.

13 Ağustos 2009 Perşembe

eksik ali.

Zamanın birinde Eksik Ali adlı upuzun boylu bir adam yaşardı. Kapılardan eğilerek geçer, meyve ağaçlarının en uzak dalındaki meyveleri ağaca çıkmadan toplayabilirdi. Yaşadığı yer kuş uçmaz kervan geçmez bir küçük köy idi. Köyde yaşayan dört beş aile ya var ya yoktu. Herkes Eksik Ali'yi tanırdı. Kendisine eksik denmesinin nedeni neydi köydeki kimse bilmezdi. Upuzun boylu bir insana Eksik denmesi oldukça ironikti doğrusu. Vakti zamanında hakkın rahmetine kavuşmuş bir ihtiyar kendisine bu lakabı koymuştu ancak niye koymuştu, aklından neler geçiyordu bilinmezdi ve bunları ilk zamanlar köyün can sıkıntısından mütevellit dedikodu yapan gençleri dışında kimse umursamazdı. Ancak bir gün köyün en kabadayısı ve bu küçücük köydeki otuz kırk kişiye devamlı erkeklik taslayan, bu davranışlarıyla da ne kadar komik olduğunu köydeki kimsenin göremediği, bir delikanlı bu dedikodu toplantılarından birinde Eksik Ali'nin erkeklik organıyla alakalı bir durumdan dolayı ona Eksik Ali dendiğine dair bir dedikodu yaydı etrafa. Tabi ki bu dedikoduyu köyde duymayan tek kişi Eksik Ali'nin kendisiydi. Muhtemelen duysa da çok fazla tepki göstermeyecek, bir 'hmph'layıp işlerine devam edecekti. Ancak hiç duymadı. Her sabah evlerden hayvanları toplayıp köyden çıkarır, tepelere çıkar, akşama doğru da köye dönerdi. Evlerin önünden geçerken her hayvan kendi evini tanır ve sürüden ayrılır evine giderdi. Sürüden ayrılan hayvanlarını izleyen köylüler her daim Eksik Ali'ye üzülür, "vah zavallı, çocuğu da olmayacak bunun" diye düşünürlerdi. Eğer yanlarında birileri daha varsa bilhassa "Yazık bunun rahmetli anasına babasına. Soyları kuruyacak" diye belirtirlerdi. Böylece köydeki herkes üreyebildikleri için kendilerini şanslı hisseder ve Eksik Ali'ye üzülerek aslında kendilerini pohpohlarlardı. Bu böyle uzunca yıllar sürdü gitti. Sonra bir sabah köy Eksik Ali'nin evlendiği haberleriyle çalkalandı. Daha gün doğmamıştı ancak haber her evde duyulmuştu. Eksik Ali bazı zamanlar çevredeki otların durumuna göre uzaklara gider, geceleri gelmez, bir sonraki gün köye dönerdi. Yine böyle bir zamanda bir kaç gün köyden uzak kalmış ve o arada da evlenip dönmüştü köye. Sonra otlatmış olduğu hayvanları yerlerine bırakıp evlendiği kadının yanına başka bir köye doğru yola koyulmuştu. Köylüler henüz Eksik Ali'nin evlendiği kızın ne kadar zavallı olduğunu düşünmeye fırsat bulamamışlardı ki hayvanlarını kimin otlatacağı derdi baş gösterdi. Köydeki çobanlık görevi köyün en boş gezen kişisine, dedikoduyu yayan gence, devredildi. Genç çobanlıktan, hayvanlardan ve otlardan anlamıyordu. Kısa sürede hayvanlar sağlıklarını kaybettiler. Yeterince süt veremez oldular. Koyunların yünleri bile pislenip kırçıllaştı. Hayvanların sağlığını kaybetmesi de insanların morallarini ve sağlıklarını olumsuz etkilemeye başladı. Köylüler sorumlu tutacak birine ihtiyaç duydular. Önce yeni çobanı suçlamayı düşündüler ancak çoban onları kolayca geri püskürttü. Köylüler de anladılar ki suçlu o değil. "Tabi ya! " dediler. Sorumlu Eksik Ali'den başka kim olacaktı.
Köylüler Eksik Ali'yi suçlayadururken köye Eksik Ali'nin nurtopu gibi bir erkek bebeği olduğu haberi ulaştı. Bu da artık bardağı taşıran son damlaydı. Herkes, onun yüzünden, hem maddi hem de manevi çöküntü içindeyken o oralarda mutlu mesut yaşıyordu. Bu hiç de adil değildi. Hemen köyün delikanlılarından bir grup oluşturuldu. Seçilen gençler Eksik Ali'nin köyüne gidip onu evir çevir dövüp ağzını burnunu dağıttılar. Eksik Ali şaşkındı ama hiç karşılık vermedi. Sadece bir 'hmph'layıp yumruklardan tekmelerden en az nasıl zarar görebileceğini düşünüyorsa ona göre durmaya çalıştı. Ancak hasar ağırdı. Dayaktan sonra görevlerini yerine getirmenin gururunu yaşayan gençler Eksik Ali'ye doğuştan dilsiz oluşundan dolayı Eksik Ali dendiğini bile öğrenemeden köylerine dönüp zaferlerini coşkuyla kutladılar. Köy halkı yeniden mutluydu.

24 Temmuz 2009 Cuma

Gaste.

Bence sadece iyi haberler yapan bi gazete olmalı. Dün araştırdım, bu fikir önceden düşünülmüş ve ilk kez İtalya'da uygulanmış. Gazete satılmış mı satılmamış mı, gazeteye ilgi nası olmuş bi fikrim yok. Ama böyle bir şey olsa insanın günü daha güzel başlayabilir diye düşünüyorum. Benim vurdumduymaz ve gözlerini yummaya çalışan bir insan olduğumu düşünmenizi istemem ama her sabah tecavüz, cinayet ve işsizlik haberleri okumak istemiyorum gerçekten. Yani bunları okumamın bu olaylardaki mağdurların acılarına ortak olmak olduğunu falan düşünebilsem keşke. Hissedebildiklerim sadece hiddet, nefret, stres gibi duygular. Bunların da gerçekten kimseye yararı yok. En azından sabahları iyi haberlerle başlasak diyorum. 
Bu sabah işe geldiğimde netten gazeteleri şöyle bir taradım. Sizin için bugünlük kısa bir derleme yaptım. Böyle bir gazete olsa nasıl olurmuş bir bakalım.
Ve şimdi haberler:

Bugün de teknoloji haberlerimiz son derece iyi. Teknolojideki gelişmeler nası sonuçlara hasıl olur tabi orasını bilemeyiz ama distopyalar üretmenin alemi yok sayın okuyucular. En nihayetinde kök hücreden fare üretilmiş. Ayrıca mars yolculuğu 6 aydan 39 güne düşürebilecekmiş, bunu sağlayabilecek bir iyon motoru geliştiriliyormuş.
İnsanların bisiklete binmeyi öğrendikten sonra bir daha unutmamasının nedeni de beyincikteki bir sinirmiş. Bu sonuncusunu bilmek bize ne kazandırır emin değilim ama sonuçta bir gelişme. Bilim insanları çalışıyor. Bu güzel bir şey.
Ayasofya'nın 160 yıldır karanlıkta kalmış bir sırrı gün ışığına kavuşmuş. En son Sultan Abdülmecid ve o dönem restorasyonu yürüten İsviçreli mimar Gaspare Fossati'nin gördüğü, üzerleri sıva ve metal maskeyle kapatılan 700 yaşında olduğu tahmin edilen altı kanatlı melek figüründen birinin yüzü açılmış. Eminim bu haber de ilgililerini heyecanlandırıyordur.
Bugünkü kültür ve sanat haberleri de yine hiç fena değil sevgili okuyucular. Bodrum'da yapılan D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali Fazıl Say ve Kopatchninskaja konseriyle başlamış. Fırsatımız olsa da dinlesek değil mi.
Ayrıcaa şimdi bildireceğim haberi ben bile çok heyecanla karşıladım.. Sıkı durun! Mozart'ın 2 yeni eseri keşfedilmiş. Evet. Piyanoyla çalınabilecek bu iki eserle ilgili açıklamalar 2 Ağustos'ta Salzburg'da yapılacak sunumda verilecekmiş. Merakla ve heyecanla bu günü bekleyeceğiz.
Günün başka bir en önemli haberi ise; Galapagos Adaları'nda oraya özgü ve türünün son erkek örneği olan Yalnız George adlı kaplumbağayla çiftleşen 2 dişi kaplumbağadan birinin 5 tane yumurtasının olması. Geçen yılki yumurtalar boş çıkmış. Bu yıl ki yumurtalarda yavru olup olmadığı da Kasım ayında belli olacakmış. Dolu olmasını umut ediyoruz tüm kalbimizle.
Spor haberlerinin iyi veya kötü oluşuysa bilindiği üzere çoğu zaman göreceli. Tutulan takımlar sevilen sporlar bu göreceliliği belirleyen faktörler. Bu konuda dostluk ve barış kazansın diyerek politika haberlerine geçiyorum. Bu alanda bir gelişme bulamayacağımı sananlarınız olabilir. Ama az da olsa iyi sonuçlara vesile olabilecek havadislerim var. Ufuk Uras'lar yeni bi sol parti için kolları sıvıyorlarmış. Belli mi olur belki de güzel bir gelişmeye neden olurlar. Ayrıca  çalışma ve sosyal güvenlik bakanı, kot işçilerinin sesini duyup görüşmeye çağırmış . Yarın bunun iyi bi haber olduğunu görmek dileğiyle bugünlük bu kadar diyorum. Aman ha.. Yarın yazın en sıcak günü olacakmış. Serinde kalınız, esen kalınız.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

sivrisinek saz.

Sivrisineklerin negatif kan gruplarından hoşlanmadıkları yalan bence. Tam bi negatif insan olmama rağmen nedense sivrisinekler karşısında dayanılmaz bir cazibem var. Evde onca insan varken ve sivriler hiç birine dokunmazken gelip beni buluyorlar ve ciddi hasarlara neden oluyorlar.
Bu yüzden önceleri sivrisinek öldürürken içim cız ederken şimdi meşum bir zevk aldığımı itiraf etmeliyim. Gerçi çevremdeki insanlar açısından bu çok bariz değişimi itiraf etmeme gerek yok tabi. "Sivrisineklere ölüm" diyerek geziniyorum evde. "Gördüğünüz yerde saldırın" diyorum evdeki çocuklara. Eh bu konudaki çabalarım popülasyonda biraz azalma yarattı tabi. Ama her pencerede sineklik varken, ben o iğrenç kokulu sivrisinek kovucu kolanyayı sürerken niye halen gelip beni ısırıyorlar bilmiyorum. Ayrıca kendimde şiddet konusunda vuku bulan bu değişiklikten hiç hoşlanmıyorum. Ama demek gerçekten de acı çeken acı çektirmeye çalışıyor. Tabi sivrisinek açısından da bakmak lazım duruma. İhtiyacı olmasa yapar mı çocuk? Yapmaz gibi geliyo bana ama bu konuyu malesef hiçbir zaman tam anlamıyla açıklığa kavuşturamayacağız. Ve benim gibi insanların sivrisinekler üzerindeki soykırım çabası da şuursuzca sürecek.
Bazen pek üzülüyorum. Karşımdaki insan olsa anlayacağım durumu. Diyeceğim ki etkiye tepki. Çünkü çoğu insan ilişkisinin temeli bu. Örneğin, sivrisinek benimle aynı düzeydeki bir insan olsaydı ilişkimiz şöyle olurdu; o bir şeyin açlığıyla çeşitli isteklerini öne sürerdi, beni ısırıp kötü davranırdı, ben onu tekmeyle evden dışarı atardım, öldüremezdim çünkü gücüm yetmezdi, o evden dışarı atıldığı için çok kızardı ve acı çekerdi bunun üzerine bana aklına o güne kadar gelmemiş milyon tane laf sayardı, ben de bu laflara kızardım ve ilişkimiz soğuyana kadar veya birisi basit insan davranışlarını sergilememeyi düşünene kadar olay böyle bi döngü şeklinde sürerdi. Ama işte hayvanlarla olay böyle bi döngüye erişemiyor. Sıra güçlü olan İnsan'a geldiği anda başlayamamış döngü sona eriyor. Bu da gücü yetenlerin gücü yetmeyenlere yaptığı zulümden sadece biri olarak tarihe yazılıyor.
Sivrisinek aslında köpek kadar bir şey olsaydı belki bir canlıyı öldürdüğümüzün daha çok ayrımına varabilirdik. Gerçi o zaman sivrisineğin ısırmamasının yolunu bulabilirdik veya ne biliyim onu öldürmeden uzaklaştırmanın yolu da kolay olurdu. Sivrisinek kovucu kimyasallara ihtiyacımız da kalmazdı ve çok değerli canlarımızın o kimyasallarla zarara uğradığını da düşünmezdik.
Her neyse. Böylece kendimi akladıktan sonra artık gidip cibinlik teknolojisi üzerine düşünebilirim. İnsanların neden günah çıkardıklarını anlıyorum.

7 Temmuz 2009 Salı

i kissed the cableguy, i saved the world.

En çok güldüğüm, benim için en komik, anı hatırlamaya çalıştığımda hep aynı an aklıma geliyor. İki fransız ve bir türkle Süleymaniye'nin oralarda bir yerde menemen yiyorduk. Yan masada da belli ki Beyazıt'daki üniversiteden çıkmış Anadolulu gençler vardı. Bir tanesi "tuz istesene" dedi diğerine. Diğeri dışarı çıktı, o sırada yoldan hızla geçen bir adama "pardon tuz alabilir miyiz? " diye sordu. Ben ve soruyu soran gencin olayı gören arkadaşları gülmeye başladık. Bir kopuş anıydı adeta. Benim masadaki arkadaşlar ne olduğunu anlamadılar. Sonradan anlatmaya çalışsam da onlara hiç komik gelmedi bu durum. Ama ben hatırlar hatırlar gülerim.

2 Temmuz 2009 Perşembe

happily ever after



Evet.. Nerde kalmıştık hm.

12 Haziran 2009 Cuma

B Planı.

Gazeteler ve televizyondaki haberler felaket tellalı gibi. Salgın hastalıklar, cinayetler, gasplar, işkence, terör vs. insanı korkutacak derecede olağanlaşmaya başladı. Şaşırtmıyor bile artık. Ya da ben olağan görmeye başlamışımdır tabi. Bilgisayar oyunlarının etkisi bile olabilir. Her neyse. Geçenlerde otobüs durağının tekinde bi paket unutmuşlar. Şüpheli bulmuş polisler falan. “Olay yeri girilmez” yazılı bant çekmişler, paketin bir metre ötesinden çember oluşturulmuş bantla. Ben ve diğer tüm insanlar da bantın yanından yürüyüp geçiyoruz. Ama o şeritten sakınan bir insan bile yok. Paketin içinde bomba olma olasılığı aklıma gelince tam ordan geçerken patlaması ihtimalini düşünüyorum. Acaba bombanın tesirine bağlı olarak kafam kollarım falan koparsa ne kadar uzağa uçar, diye düşünüyorum. Arkamdan ağlayan annemi falan düşünüyorum. Öyle böyle bi ağlama değil tabi. Üzülüyorum sonra bayağı. Koşturup gidiyorum ordan. Ilginç geliyor. Hergün ölümle burun buruna yaşıyoruz sanki. Bu gazeteler ve haberler insanı iyice paranoyaklaştırıyor. Çocukları dışarda gezinen bi ev hanımının televizyon izleyip gazete okuması durumunda kafayı yememesi işten bile değil bence. Öyle birini 2012'de dünyanın sonu gelecek belki de çok korkma, diye teselli edemezsin ki. Dünya'nın sonundan ne anladığımız da mühim tabi bu durumda. Görmeyiz, diye düşünüyor insan zaman zaman. Ama aslında bence dünyanın sonunun gelmesi çok basit. Teknolojinin kölesiyiz en başta. Internete bir şey olsa bile dünyanın sonuna doğru bayağı büyük bi adım atmış oluruz. Dünyayı boşveriyorum da kendimi düşünüyorum. Internet ve telefon bağlantımın yok olduğu gün nekadar çok sevdiğimden koparım. Çok korkutucu bir düşünce bence. Yani aramasam sormasam da bazı sevdiklerimin bir tık ötede olması harika bir duygu. Hepinizi burdan selamlıyorum sevdiklerim. Okumuyor olsanız da bir tık ötede bunları okuyabileceğinizi düşünmek de harika bir duygu. Işte yine bir tık öteden duyabileceğiniz için söylüyorum; geçenlerde M. ile konuşurken bu senaryonun korkutuculuğu dolayısıyla bir plan yaptık. Eğer netimizi telefonumuzu falan kaybedersek mücbir sebebin (evet çok ders çalışıyorum) ortadan kalkmasını takip eden hafta çarşamba günü öğlen saati 12 civarı şu anda moda çay bahçesinin (o zaman ne olacak tanrı bilir) bulunduğu mekanda buluşacağız. Bekleriz efenim.
Temkinli olmak ne kadar rahatlatıcı bir şey. oh.

1 Mayıs 2009 Cuma

1 Mayıs


Yok hayır bir mayıs hakkında ideolojik bir yazı yazacak değilim, korkmayın! Aslında bir mayıs günü taksimdeki çatışmalar sırasında oradaki minik dükkanının içinde mahsur kalmış bir insanın daha sonra çıkacağı seyahatin yol hikayesini yazmak istiyordum. Yani bu düşünceyle yazmaya başlayacaktım. Ama sonra: “bi road trip kaça patlar ?” diye düşündüm. Amerikalıların yol öykülerinin neden bu kadar çok olduğuna dair çok parlak keşfim de bu soruyla beraber ampul şeklinde belirdi beynimde. Bir kere benzin çok ucuz. Araba desen keza. Eh haliyle arabayla keyfi olarak seyahet de lüks sayılmıyor. Ordaki lusırlar, esrarkeşler, piskopatlar bu şekilde bir hayat sürebiliyorken burda sadece zenginler böyle bir şey yapabilir. Zengin adam da turlara katılıp otelde kalmayı yeğliyor çoğunlukla. O da sadece tatilde.
Tabi bu keşfin ardından öykümü yazamazdım. İnsanın hayalgücünü bile köreltiyorlar.
Olmaz ki! Böyle bir ülkede yaşıyoruz bari yaşadığımız yıllar nisan, eylül, mayıs aylarının bi döngüsü şeklinde meydana gelseydi. Bugün çilek yıkarken bunun üzerine biraz düşündüm de- o koku, renk ve tadın birleşimi bir nevi aşk gibi insanda saçmalama arzusu oluşturuyor herhalde- eğer aylar nisan, eylül, mayıs şeklinde dönerse benim doğumgünüm hiç olmaz. O zaman hiç yaşlanmaz mıyım yoksa sadece hediye mi alamam. Bilim insanları bu konuyu araştırdıktan sonra bu konudaki dileğimi şekillendireceğim sanırım.
Bu arada bu kadar saçma düşünebiliyorken arabayla seyahatin maliyeti yüzünden öykünün saçmalığını niye dert ettim bilmiyorum. Belki de bir gün yazarım.

25 Nisan 2009 Cumartesi

Ayı Ganima

Doğada hayatta kalmak zor zanaattir vesselam. Ben de hayatta kalmış ve mutlu bir insan olarak görüşlerimi sizlerle paylaşayım diyorum.
Misal; büyük adada piknik yapacaksınız. Sabah erkenden kalkmışsınız. Serin bir sabah. Hafif bir baş ağrınız var. Belki de dün pasif içiciliğin sınırlarını zorladınız. Hem Pınar Selek'in savunmasını okumuşsunuz bir gece önce. Ağlamışsınız gözleriniz şişmiş. Bok gibi görünüyorsunuz afedersiniz. Piknikten vaz mı geçeceksiniz. Peki tüm gün boyunca somurtacak mısınız. Tabi ki hayır. Hemen hazırlanıp kendinizi dışarı atacaksınız. Sonra piknikte topladığınız papatyalardan çay yapar sitresinizi giderirsiniz. Ondan kolay ne var.
Başka bir misal; hoşunuza gitmeyen bir şeyler olduğunu midenizde hissediyorsunuz ama bunun ne olduğunu bir türlü hatırlayamıyorsunuz. Bu bir düşünce bile olamayan his parçası ruhunuzu sıkıştırıyor. Öyle ki siz kendinizi okuduğunuz kitaba bile veremiyorsunuz. Biliyorum böyle sorunlarınız var. Korkmayın, herkesin başına gelebilir. Yapacağınız şey; biraz toprağa basmak sonra hatırlanmayan hakkında yapacak hiçbir şeyin olmadığını kendi kendinize tekrar ederek ametistten bir kolye almak. Takacaksınız. Sıkıntı mıkıntı pırrr uçup gidecek.

2 Şubat 2009 Pazartesi

ben daha o zamanlar
evrimin
sevgi, nefret ve kabulleniş
basamaklarından
nefret aşamasındaydım.
sonra seni gördüm.. ah.
seni gördüm.
yaklaşıyordun.
durgun bir göle dalmış
yüzüyordum.
yeşil
mavi.
dünyadakileri
suyun içinden duyuyordum.
boğuk
uzak.
sonra seni gördüm.. ah.
seni gördüm.
uzaklaşıyordun.
soğuk
karanlık.
ve ben
yükseliyordum
su yüzüne.
hızlı ve
olağan.