23 Aralık 2011 Cuma

K.

Arkadaşlarım uzun zamandır K. ile harika bir çift oluşturabileceğimizden bahsedip duruyorlardı. Böyle yakıştırmalardan hiç haz etmem. Ama bunca zaman anlattıkları onca şeyden sonra bugün bir arkadaş buluşmasında K. ile karşılaşacaktık. Bu da beni meraklandırıyordu. Dedikleri kadar varsa ondan çok hoşlanmam gerekiyordu. Ancak iki insan arasındaki çekimi oluşturan birçok başka ufak tefek detay vardı elbette. Örneğin bazı insanların gülüşü çok komik olurdu. Gülüşü komik bir insanın beni çekip çekmeyeceğini bilemezdim. Bu düşüncenin aklımdan geçmesiyle K. nın gülüşünü acayip merak etmeye başladım. Bu düşünce içimi yedi bitirdi. Belki de öyle tiz kahkahalar atıyordu ki ortamdaki tüm insanların başı ona doğru çevriliyordu. Ya da çok kısık sesle kikirdiyordu. Tüm gün bu düşüncelerle çevredeki tüm insanların gülüşlerine dikkat edip durdum. K. bu insanlardan herhangi biri gibi gülüyor olabilirdi. Kendi gülüşüme bile yabancılaştım bu arada. Bundan hiç hoşlanmadım doğrusu. Sonunda buluşma vakti geldi çattı. Çok sabırsızlanmıştım. Onu hemen güldürmem gerekiyordu. Aklıma ilk gelen komik şeyi söyledim: “Dün izlediğim belgeselde göbeği üzerinde kayan penguenler vardı.” Bu söylediğime hiç tepki vermedi. Duymadığını düşündüm ancak aynı cümlenin ikinci baskısını yapma riskini de göze alamadım. Öyle bir şey söylemem gerekiyordu ki kaçışı olmasın ve gülsün. Hemen karar verdim ve vurgunu yaptım. “Saçı bozulmuş güvercinler hakkında ne düşünüyorsun ?” Yüzüme baktı. Dudaklarının kenarında küçük bir kıvrılma belirdi ve hemen yok oldu. “Hiç” dedi. Başka konulardan bahsetmeye başladı. Ancak söylediklerinin hiçbirini duymadım. Komik gülüşlü bir insan ile aramda bir çekim oluşabilirdi belki. Ama hiç gülmeyen bir insanla yakınlaşmak mı. Bu mümkün değildi.

2 Aralık 2011 Cuma

balina.

İnsanın kendini ifade etmeye çalışması bazen deveye hendek atlatmak gibi geliyor bana. Örneğin ben İkinin Kurası'nın bana sorduğu “keyifler nasıl?” sorusuna “balina gibi çığlık atmak istiyorum” diye cevap vermek isterdim. Ancak “iyidir” dedim geçtim. Çünkü balinaların seslerinin bana nasıl hüzünlü, özlem ve çaresizlik dolu geldiğini kimseye anlatabilecek enerjim yok. İnsanın kendi kendine oluşturduğu dili yakın arkadaşlarıyla paylaşması da bu yüzden çok önemli. Şimdi bu yazıyı okuyan üç-beş insan. Bunu size söyleyebilirim çünkü beni anlayabileceğinizi hissediyorum. Bu gece balinalar gibi şarkı söylemek istiyorum.

25 Kasım 2011 Cuma

iz.

Müzik listemdeki onikinci şarkıyı çok seviyorum. Ne zaman onikinci şarkı başlasa şarkının ne kadar ahenkli olduğu geliyor aklıma. Hemen ardından tam beş dakika kırküç saniye sonra onüçüncü şarkının başlayacağını düşünüyorum. Ancak doğruyu söylemek gerekirse onüçüncü şarkıdan pek haz etmiyorum. Bu yüzden onikinci şarkının biteceğini ve onüçüncü şarkının başlayacağını düşünmek beni çileden çıkarıyor. Eskiden böyle bir insan değildim ben. Çile denince bile aklıma çilek gelirdi. Neden onüçüncü şarkının beni bu kadar sinirlendirdiğini bilmiyorum. Sanki onüçüncü şarkı onikinci şarkının bitme nedeniymiş gibi. Halbuki o sadece başlama sırasını bekliyor. Bir de ismi uğursuz. Gerçi doğru yerde ve doğru zamanda dursaydı bir de ismi farklı olsaydı onu sever miydim bilmiyorum. Tek bildiğim onikinci şarkıyı hiçbir zaman keyifle dinleyemediğim.

22 Kasım 2011 Salı

gelincik.

"Ama güle güle diyemem." Bu cümleyi bana söyleyen yeşilin ortasındaki bir kırmızı gelincikti. Sonra pamuk tarlalarını gördüm. Bir Orhan Kemal kitabındaki pamuk işçilerinden birinin aşkını hatırladım. Bir yandan dünyanın en delikanlı radyosunu dinliyorduk. Aynı pamuk işçisini ve aşkını sabah bir iş mahkemesi duruşmasında tanık olarak dinlenen pamuk işçisini görünce de hatırlamıştım. Elleri aynı Orhan Kemal'in kitabındaki işçinin elleriydi. Yeni bir şehirde insan yine insandı. Ağaç yine ağaç. Gelincik de yine gelincikti. Bazen nerede olunduğunun çok da önemi yoktu, uzak olmak dışında.

7 Kasım 2011 Pazartesi

tırtıllar ve kahverengi botları.

O sabah uyandığımda yapmayı hiç mi hiç istemediğim ilk şey yüzümü yıkamaktı. Ayrıca sevecen ve sıcak yorganımı terketmek zorunda olduğum için çok mutsuzdum. Ama yüzümü yıkadım, yorganımı da terkettim.
Daha sonra yapmayı hiç mi hiç istemediğim şeylerden ilki ise işe gitmekti. Çünkü o gün çok mühim, ivedi ve zor bir işim vardı. Hem zavallı karnım çok açtı ve onu doyurmaya vaktim olmadığı için de çok mutsuzdum.
Tabi bu arada tüm olumsuzluklardan bahsettiğimi düşünmenizi istemem. Zira sabah bana günaydın diyen birinin olmamasından, diş fırçalama ve giyinme faslından bahsetmedim bile. Ki bunlardan birincisi hakkında sayfalarca depresif yazı yazılabilir taktir edersiniz ki.
Her neyse. Sonra işe gittim. Yine dikkatinizi çekmek isterim ki teptiğim yollardan ve belediye otobüs yolculuklarının niteliğinden hiç bahsetmiyorum.
Bu aşamadan sonra en çok karşılaşmak istemediğim durumlardan ilki o çok mühim ve ivedi işim hakkındaki bir talebimin reddedilmesiydi. Talebim kabul edilmediğinde yürürlüğe geçireceğim bir B planım vardı ancak onu uygulamak zorunda kalma fikri beni mutsuz ediyordu. Sonra talebim reddedildi.
B planını uygulamaya soktuğumda ise olasılıkları hesaplamakta hastalıklı bir ustalık barındıran sevgili kafamın dahi içinde bulunmayı hiç istemeyeceğim durumlar arasında saymadığı bir olayla karşılaştım. Adliyede elektrikler kesildi ve ben acil ve neredeyse hayat memat meselesi olan işim dururken iki saat elektriklerin gelmesini bekledim. Her ne kadar bir üçüncü dünya ülkesinde yaşıyor olsam da bunu hesaba katabilecek kadar pesimist olamazdım. Belki de ileride bir gün bugünü her zaman elektrinklerin kesilmesi ihtimalini hatırlamak konusunda bir dönüm noktası olarak görecektim. Örneğin belki ileride bir gün güzel bir şarkı dinlerken şarkının en güzel yerinde elektriklerin kesilmesi ihtimalini düşünerek şarkıyı kendime zehir edecektim. Yavaş yavaş deliriyordum sanırım.
Daha sonra imkansız bir şekilde B planım da işe yaramadı. Emin olduğum şey bu alanda iki artı ikinin hep dört etmesi gerektiğiydi. Ama etmiyordu işte. Bu planın işe yaramaması ise dünyadaki diğer tüm mümkün ve mümkün olmayanları sorgulamama neden oldu. Yani belki de tırtılların asla asla asla kahverengi bot giyemeyeceği konusunda yanılıyor olabilirdim.
Daha sonra bu olumsuzlukların direk muhatabı olan birkaç ağlamaklı insanla konuştum. Neyseki bu defa sadece ağlamaklıydılar ve neyseki bu defa da sonucun beş olması konusunda kimse beni sorumlu tutamazdı.
O akşam bir arkadaşımın söylemiyle tüm bunlara rağmen nasıl mutlu olacak bir kafaya erişebildiğimi biraz sorguladım. Ama akşam olmaya başlayınca işler de düzelmeye başlıyordu.
O an yapmayı en çok istediğim şeyleri birer ikişer yapar buldum kendimi. Ofise döndüm, karnımı doyurdum, biraz müzik dinledim, bira içtim, yolda kitap okudum, eve gittim, ısındım.
Ve gece..
Gece sadece bir Morphine şarkısı olmaktan öteydi.

24 Ekim 2011 Pazartesi

dünya.

Bugün Ganima2'nin yaptığı hatalar yüzünden tüm gün mide ağrısı çektim. Ganima2'ye kızamıyorum da doğrusu. Çünkü hata yapmamaya çalışmak zorunda olmak çok sıkıcı. Bunca dünyevi mesele içine gömülmüşken bir arkadaşımın varoluşsal kaygıları beni adeta rahatlattı. Beni yiyip bitiren tamamiyle dünyevi meseleleri bu kadar çok kafama takmış olmam çok şaşırtıcı. Sonra 'acaba varoluşsal kaygılarımız dünyevi meselelere karşı savunma mekanizmamız mı oluyor bazen' diye düşündüm. En nihayetinde dünyaya ve dünyeviye yabancılaştırıyorlar. Halbuki dünyevi olan da dünyevi olmayan da biziz galiba. Deliysek deliliğimize dışarıdan bakabilmeliyiz. Bugün hayatımı bulaşık yıkayarak kazandığım para ile geçirmeyi istedim. Bulaşık yıkarken de varoluşu düşünüp nihilizmin kıyılarında dolaşmak istedim. Ganima1'e öykündüğümün farkındayım. Ama sanki sadece o zaman eve döndüğümde aynı kişi olarak kalabilirim gibi geldi. Arada sırada kimseyle iletişim kurmamak da harika olurdu. Lütfen kimse bana kızmasın. Ama sanki bazen böylesi daha kolay.
Bilmiyorum. Kafam karışık. Belki de şu an tek umursamam gereken Ç.nin hediye ettiği rengarenk terliklerdir. Annelerimizin hep dediği gibi ayağını sıcak tutmalısın arkadaşım.
İmza Ganima3.

15 Ekim 2011 Cumartesi

şeffaf ayakkabı kutusu.

M. nin bana hediye ettiği şemsiyeyle artık gri günlerde dünya rengarenk. Rengarenk bir dünyadaki en renksiz nokta gibiyim bugün. Rüyamda kendi kopyalanmış bebekliğimle konuşup ona büyüdüğünde benden çok daha akıllı olacağını söyledim. Belli ki o büyüdüğünde şeffaf ayakkabı kutularının varlığını hemen farkedecek.

8 Ekim 2011 Cumartesi

mordağlar

Evet dünya garip bir yerdi. Dünyanın bir köşesinde yağmur ormanları yok olurken başka bir köşesinde aşık olduğunuz insan bir mesaja cevap vermediği için üzülebiliyordunuz. Bir kez hazır pizzayı fırında unutup yaktıysanız baykuş gibi ötebiliyor olsanız bile dünyanın en beceriksiz insanıydınız. Özgeçmişinize hiçbir zaman ayakta boş boş dururken ne kadar rahat olabildiğinizi yazamazdınız ama belki de bu, iş hayatında başarıya ulaşmanızı sağlayacak en mühim özelliğinizdi. Yani elinizi kolunuzu nereye koyacağınızı çok iyi bilseniz de bununla kimse ilgilenmezdi. Dağlara gitmek isterdiniz ama asla gidemezdiniz. Uzaktaki mor dağlar olurdu onlar hep. Tutku vardı, pişmanlık vardı, su ve cırcır böcekleri vardı. Bir de domatesler.. Dünya garip bir yerdi.

24 Eylül 2011 Cumartesi

psişik.

Şu hayatta kaç kişinin yanına kafasında örümcek gezen bir kadın oturmuştur ki.

22 Haziran 2011 Çarşamba

falez.

Aslında iyi bir kızdı o. Genel olarak çevresindekiler tarafından sevilir, sayılırdı.
Çünkü o talihsiz olay başına gelene kadar gayet aklı selim ve güleçti.
Bir gün aklının serin fakat sarp ve tehlikeli kıyılarında tatile çıkmıştı, iki kişiyle.
Diğer ikisi birbirinden hiç hazzetmezdi ama üçü birlikte çok eğleniyorlardı doğrusu.
Belki de doğa üçünün de çok sevdiği yegane şeydi. Bu yüzden de oynayıp duruyorlardı doğa içinde.
Bir ara bir falez kıyısında koşturup şakalaşırlarken her nasılsa korkunç bir şekilde diğer ikisi uçurumun kenarından kayıverdi bir anda.
Ancak elleriyle tutunabilmişlerdi kenardaki ot parçalarına.
Bu durum karşısında şaşkınlığını üzerinden derhal atan kızcağız yalnız birini yukarı çekip kurtarmaya gücünün yeteceğini fark etmişti hemen.
Sonra diğerini çekmeye zaman kalmayabilirdi veya kurtardığı kişi diğerine yardımdan kaçınabilirdi. Çünkü birbirlerini sevmedikleri gün gibi açıktı.
Kız, her ikisini kurtaramayacağını anlayacak kadar zeki olduğu için bu çabaya hiç girişmedi. Ancak seçim yapmayı da hiç beceremezdi.
Kurtaracağı kişiyi seçerken duygusal davranmanın büyük bir haksızlık olacağının ayrımındaydı.
Lakin kafasında bir terazi oluşturup kefelerine doldurduklarıyla bir seçim yapabilecek zamanı da pek yoktu.
Zaten o kefeleri kendi fikrince doldurmak çok cüretkar bir düşünceydi.
O kim oluyordu da bu iki kişiden hangisinin yaşamasının dünya için daha hayırlı olacağına karar verecekti.
Kız bu düşüncelerle boğuşurken uçurumun kenarındakilerden birinin bir eliyle tuttuğu otlar kopuverdi.
Artık tek eliyle tutunabiliyordu sadece. Diğeri gibi o da çok terlemiş soru soran gözlerle kıza bakıyordu.
Kız hala bir karar verememiş hangisini kurtarabileceğini bilemiyordu.
O ancak hangisinin kendisini daha çok sevebileceğini bilebilirdi. Ancak elbette ki bunun çok bencilce bir bakış açısı olduğunun bilincindeydi.
Kararsızlık kızın içini kemirerek onu yiyip bitiriyordu. Zaten bu arada tek kolu ile asılı kalmış kişinin dayanmaya mecali kalmamıştı. Aşağıya doğru önce sürtünerek yavaşça sonra hızla kaydı ve sert bir şekilde uçurumun dibine düştü.
Kısa ve tiz bir çığlık attı kız.
Sanki uçurumun dibine değil de kızın ruhunun üzerine düşmüştü bu kişi. Ama kızın duygularını dinleyecek bir saniyesi dahi yoktu.
Artık verilmesi gereken bir karar kalmamıştı.
Kız hemen diğerini yukarı çekmeye koyuldu. Ancak bu kişi o kadar ağırdı ki kız kan ter içinde kalmasına rağmen kişiyi bir nebze dahi yukarı çekemiyordu.
Uğraştı. Uğraştı.
Bir ara kurtarmaya çalıştığı kişi kızın eline yapıştı. Neredeyse onu da aşağı çekecekti ki kız, kıvrak bir hareketle bu hamleden kurtuldu.
Artık onu yukarı çekme çabasının boşa olduğunu fark ettiğinde ise yapabileceği en mantıklı şeyi yaparak arkasını dönüp yoluna devam etti.
Tabi ki hızlı hareket etmişti. Yol boyunca yardım olarak çağırabileceği birini aradı gözleri. Birini bulur bulmaz da olay mahalline gönderdi.
Ancak o gün orada uçurumun kenarındaki kişiye ne olduğunu öğrenmekten hep kaçındı.
Aslında iyi bir kızdı o. Genel olarak çevresindekiler tarafından sevilir, sayılırdı.
Çünkü o talihsiz olay başına gelene kadar gayet aklı selim ve güleçti.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

mayıs.

Bu akşam kırlangıç seslerini duydum. Sonra arkadaşlarımla kelaynak, gri balıkçıl, flamingo ve hatta koloni halindeki akpelikanlar gibi öttük. Ve ben, bunların hepsini baharın gelmesine yordum.

23 Nisan 2011 Cumartesi

münasebetsiz..

"Eğer Antartika'ya terliklerimle gitmeye çalışsam mutlu sona ulaşabilirdim" dedi. Ancak böyle bir eylemi denemek intihar etmek demek olurdu. Bir aksilik olmazsa yetmiş yaşına gelene kadar intiharı düşünmeyeceği için mutlu sondan vazgeçmeliydi.
Ama bir insan değil de bir imparator penguen olsaydı durum çok farklı olurdu. Gerçi o zaman da terlik giyemezdi büyük ihtimalle. Zaten terlik giyen bir imparator penguenin düşüncesi bile çok komikti.
Hayat bu kadar zor olmak mecburiyetinde miydi.

5 Şubat 2011 Cumartesi

olduğu kadar.

Artık düzenli bir insan olarak yaşamaya karar vermişti. Bunun için işe öncelikle ayakkabılığını düzenleyerek başlayacaktı. Onlarca ayakkabısı vardı ve her gün giymek istediği ayakkabıyı bulmak için çok fazla zaman kaybediyordu.
Düzenleme işine önce tüm ayakkabılar için birer ayakkabı kutusu bularak başladı. Sonra tüm ayakkabıları bu kutuların içine yerleştirerek kutuların üzerine ayakkabıları anımsatacak yazılar yazdı. Kutuların üzerindeki yazlık kahverengi, kışlık siyah, yazlık siyah açık, spor, bot gibi açıklayıcı kelimeler yardımıyla aradığı ayakkabıları hemen bulacaktı. Yazım işlemini tamamladıktan sonra ayakkabı kutularını üst üste ve yan yana yerleştirerek ayakkabılığının içini tamamen düzeltti. O akşam boyunca kendisini hafiflemiş hissetti.
Ertesi gün dışarı çıkmadan önce giymek istediği ayakkabıyı hemen buldu ve düzenli bir insan olmanın ne kadar da güzel olduğunu düşündü. Bu düzenliliğin henüz dışarıdaki hayatına hiçbir etkisi olmamıştı. Ama bu şekilde düzenli olmayı hayatının her alanında alışkanlık haline getirdiğinde çok olumlu değişiklikler yaşayacağını düşünüyordu.
O akşam eve geldiğinde çok yorgundu. Ayakkabısını çıkardıktan sonra kutuya bir göz attı. Yarın sabah da aynı ayakkabıyı giyeceği için ayakkabıyı kutusuna geri koymaktan vazgeçti. Ertesi sabah farklı bir ayakkabı giymek istedi ve o ayakkabıyı da hemen buldu. Ama eve geldiğinde onu da kutusuna geri koymaya çok üşendi. Altı üstü iki ayakkabı vardı dışarıda ve onları da bir sonraki gün yerine koyabilirdi. Ancak bir sonraki gün de bunu yapmaya erindi. Böylece bir süre sonra ortalıkta bir sürü ayakkabı ve kutu olmuştu. Bu defa ortalığı toplamak zorunda olduğu için kutuların içine ayakkabıları rasgele yerleştirdi. Sonraki gün aradığı kışlık siyah ayakkabıyı, yazlık siyah açık ayakkabı kutusunun içinde buldu. Sonra kendisine böyle bir düzen oluşturabileceğini düşündü. Bundan böyle kışlık siyah ayakkabı aradığında, yazlık siyah açık ayakkabı kutusuna bakacaktı. Ertesi gün botunu spor ayakkabı kutusunda buldu. Ancak akşamları eve geldiğinde bunları da yeni yerlerine yerleştirmeye üşendi. İşler bu şekilde de yürümedi. Bir gün eve geldiğinde ayakkabılar ve kutulardan oluşan düzensiz ve koca bir yığın oluştuğunu gördü. Önceleri bu kaos ortamı iyice canını sıktı, kafasını karıştırdı ve hatta onu çileden çıkardı. Ancak daha sonra eğer bu şekilde devam ederse ayakkabılar bir gün doğru kutularını bulabilirler diye düşündü ve konuyu fazla kafasına takmamaya başladı.